Resul Dindar: “Düne yakın, bugünün farkında, yarının başındayım.”
Karadeniz müziği kendine özgüdür ve mesafeler üzerinden eritilemeyecek kadar etkileyici bir yapıya sahiptir. Genel duruşu itibariyle elbette yöresel ve coğrafi çizgiler üzerine sabitlenebilir.
Karadeniz müziğinin belki de en güçlü yanlarından birisi de tam olarak bu: Özgünlük.
Karmate ile söz konusu bu müziğe katkı sunan ve bununla da yetinmeyip kendi özgün anlayışını, müziğin özgünlüğüyle harmanlayabilen sekiz gençten birisi de Resul Dindar’dı. Karmate kimi problemler üzerine ayrılıklar yaşadı ve Resul Dindar da bu kopuşun ardından kendi yoluna gitti.
Geçtiğimiz günlerde ise ilk solo stüdyo albümü Divane’yi yayınladı genç müzisyen. Yanında, kendisiyle birlikte Karmate’den ayrılan 4 müzisyen arkadaşı daha var. Ekibe yeni katılanlar da cabası. Sizin anlayacağınız Resul Dindar; yeni bir maceraya doğru, Değirmen’den gelen gücü olmadan yürüyor şimdilerde.
Ben de “Herhangi bir otobüsün cam kenarında oturup, tüm Karadeniz’i izleme seansı”na benzettiği bu yeni albümünü konuşmak üzere Kadıköy’de bir araya geldim; Resul Dindar ile. Elbette, röportaj boyunca genelden ilerleyen sadece Divane değildi. Karadeniz’in müziği, kültürü, doğası ve tüm bunların birleşimden meydana gelen yörenin ruhu da sohbetin merkezinde kendisine yer bulmakta zorlanmadı.
Karadeniz, malum daima genellenir. O yöreden birisine “Nerelisin?” diye sorulunca, “Karadenizliyim” cevabı yeterli görülür genelde. Biz biraz daha yerele inelim. Resul Dindar, o coğrafyanın hangi noktasında?
En uçta. (Gülüyor) Karadeniz’in doğusunda. Artvin, Hopa doğumluyum ben. Hayatımın büyük bir bölümü orada geçti.
25 yaşına kadar memlekettesin. Sonrasında gurbet başlıyor. Aynı zamanda müzik kariyeri de…
Müzik kariyerim olsun da televizyonlara çıkayım, tanınan biri olayım, albümlerim büyük ilgi görsün… Bu gibi düşüncelerde olmadım hiçbir zaman. Ben yalnızca şakı söylemek istedim. Hala da öyle. Ben sadece şarkı söylemek için yaratılmışım, başka birşey için değil. Bazen ” Gitar da çalmalısın.” dediklerinde “Hayır, benim tüm dikkatim gırtlağımda olmalı.” diyorum. Gitarla bütünleşirsin, bir yandan da şarkını söylersin. Yok, hayır. Beni bozar o. (Gülüyor) Sorunun diğer kısmına gelirsek; Evet! Burası benim için gurbet. Sana açıkça şunu söyleyeyim: Ben buraya müzik kariyeri için gelmedim. İstanbul’a gelmemdeki tek amaç; bulunduğum yeri değiştirmekti. Kendimi sınırların arasında kalmış gibi hissediyordum. Farklı bir yaşama, farklı bir yapıya ihtiyacım vardı.
Sınırı olmayan hayata dair bir özlem miydi o?
Bu konuda şu sözlerden oluşan bir şarkı da yapmıştım: “Sislerin ortasından çıkamıyorum / Kördüğüm yollarım kaçamıyorum / Geçmişteki sayfalar, aynı hep yolcular / Duvarlar hep aynı, kaçamıyorum.” diye devam eder. Evet. Memlekette, kendi içerisinde doğal bir yaşam var; ama ben çok fazla yaşam alanı bulamadım orada. İstanbul yollarına düşdüm; çünkü farklı kültürlerin içerisinde kendi kültürümü yaşamak istedim. Şundan da hiç bahsetmedim şimdiye kadar; ama madem konu açıldı biz de devam edelim: Bu şehre ilk geldiğim zaman garsonluk yapacaktım. Ama olmadı. Kimi yerlerden cevap alamadım, kimi yerleri de ben uygun bulmadım. Ağabeyim burada üniversite öğrencisiydi. Ben de onun yanında kalarak idare ettim bir müddet. İlerleyen aylarda tulumcu bir arkadaşla, İsmail Avcı (İsmanişi) ile tanıştım. Müzik üzerine ne yapabiliriz filan diye düşünürken bir grup kuralım dedik. Kısa bir süre sonra So Bulurt (Nereye Gidiyoruz) adında bir toplulukla yola başladık. Nereye Gidiyoruz, aslında bizi anlatıyordu. İstanbul gibi bir şehirde, nereye gittiğimiz belli olmadan yaşadığımız bir dönemdi. Haliyle hiçbirimiz önümüzü göremiyorduk.
“So Bulurt’un yolu yarıda kaldı” denilebilir galiba.
Maalesef. Bir buçuk yıl kadar devam ettik. Sonra yollarımız ayrıldı. Çünkü grubun üzerindeki sorumluluklar, her üyesi üzerinde eşit olarak ayrılmıyordu. Herkes kendi payına düşen sorumluluğu yüklenmiyordu. Yine de So Bulurt dönemi; benim zihnimi açmıştır. Tamam, daha önce memlekette sahneye çıkmışlığım vardı; ama İstanbul’da bu işi yapabileceğimi pek düşünmüyordum ve oldukça tedirgindim bu konuda. İşte o ilk grubum ile sözünü ettiğim bu tedirginliği yenmeyi başardım.
Sonrasında Karmate (Değirmen) grubu kuruluyor. Nereye Gidiyoruz’un cevabı da belli gibi: Değirmen’e!
Evet, yolun sonu Değirmen’e gitti. (Gülüyor) So Bulurt ile Karmete arasında çok az bir boşluk vardır. Birkaç ay içerisinde, sekiz üyeli Karmate’yi oluşturduk ve kendimizi hızlıca stüdyoya attık. İlk albümümüzü de aynı hızda, hücum kayıt olarak kaydettik. Grup içindeki birçok kişi birbirini yeni yeni tanıyordu. Bu heyecan, bu samimiyet o ilk albüme de yansıdı şüphesiz. Hani hep denir ya: “İlk albümüm farklıdır” diye, aynen öyle. Benim için de Karmate’nin o ilk albümü çok farklıdır.
Sonraki süreç neden olumsuz yöne döndü peki?
İlk albüme olumlu tepkiler gelince, biz de daha sıkı çalışıp ikinci albümün daha da iyi olması için gayret etmeye çalıştık. Kendimizi daha yakından tanımaya başlamıştık. Kimin neyi ne kadar yapabileceğini ve birbirimizden beklentilerin ne ölçüde olması gerektiğini biliyorduk artık. Elbette ilk albüm kadar değildi; yine de ikinci albümde de başarılı olduk, diyebilirim. Sonrasında ise bir şeyler yolunda gitmemeye başladı. Kazanmayı ve belli bir noktaya gelmeyi herkes kaldıramadı grup içerisinde. Kişiliklerde ve haliyle davranışlarda değişiklikler oldu. Grubun enerjisi de bu durumdan kötü etkileniyordu. Daha sonraları ise öyle bir noktaya gelindi ki; artık Karmate’ye bir son vermek gerekti. Değirmen’in içinde huzur kaybolmuştu. En önemlisi de grup misyonunu tamamlamıştı. Ben ve dört arkadaşım buna inandık ve gruptan ayrılmayı tercih ettik. Bazen iyi noktadayken durmak gerekir. Karmate tam olarak öyle bir noktadaydı işte. Eğer devam etseydik, kötü müzik yapacaktık. Buna katlanamazdım ve kendi yoluma gitmeyi tercih etmek zorunda kaldım.
Anlaşılan sıkıntılı bir dönem geride kalmış. Yine de bu olumsuz süreci yeni bir mecra ile pozitiflemeyi bilmişsin. Yavaş yavaş yeni solo stüdyo albümün “Divane”ye doğru yanaşalım istersen. Divane’nin yapım aşamasından bahseder misin?
Karmate’den ayrılan beş arkadaştık. Nasıl yapalım, ne yöne gidelim diye düşünürken; bu defa grup olmasın diye ortak bir karar aldık. Çünkü grup içerisinde disiplini sağlamak hiç de kolay olmuyor.
Peki eski grup arkadaşların, sadece senin isminin ön plana çıktığı bu yeni yöne dair kuşku taşımadılar mı?
Hayır, dediğim gibi ortak bir karardı bu. Ayrıca adı Resul Dindar; ama biz yine bir grubuz. O birliktelik duygusuyla hareket ediyoruz. Kimse kimseye bir konuda diretmiyor; rica ediyor. Solo bir sürecin olması gerektiği üzerinde ortaklaştıktan sonra, yeni albüm adına çalışmalara başladık. Zaten halihazırda Karmate’nin üçüncü albümü için kimi parçalar üzerinde çalışıyordum. Grup ile yolları ayırınca da o repertuarı Divane ile birleştirdim. Albümün adı da Karmate’den kopup benimle birlikte yola devam eden dört arkadaşın yaşadıklarını anlatıyor aslında. Bir evden, bir yuvadan, bir değirmenden ayrıldık ve haliyle biz divane olduk. Aslında grup ayrılmadan çok önce Yüksel Baltacı tarafından oluşturulan bir parçadır; Divane. Fakat parça, bizi ve o kötü süreci çok iyi özetler. Aslında yalnızca o değil, tüm albümde de bu his vardır. Tam 6 ay boyunca albümün repertuarı üzerine çalıştım. Elimizde 20 eser vardı. Kayıt esnasında beş kişi oturduk ve listeyi 18 parçada sabitledik. Daha fazla azaltamadık parça sayısını. Albümü baştan sona dinlediğim zaman bir otobüsün cam koltuğunda Karadeniz’i baştan sona seyreder gibi oluyorum. Bu etkiyi daha fazla kısaltmak istemedik.
Söz konusu bu 18 şarkının hemen hemen tamamını birilerine ithaf ediyorsun. Divane de Kazım Koyuncu’ya gitmiş. Kazım Koyuncu, senin ve müziğinin tam olarak neresinde?
Kazım Koyuncu’yu sevmeyen yoktur, olmasın da zaten. Kazım ağabey, Karadeniz için bir umuttu. Karadeniz müziği kaybedilmek üzereydi. O yörenin gençleri; kendi seslerini, ezgilerini dinlemiyordu. Kazım ağabeye kadar gelen süreçte, 35 – 40 yaş üzerinin dinlediği bir Karadeniz müziği vardır. İşte O; Karadeniz sazları ile Batı altyapısını çok iyi harmanladı ve gençleri kazandı. Haliyle geleceği kazandı. Şu an ben kendimi çok şanslı hissediyorum. Çünkü şimdilerde bu müzik, bu kadar direkt yönde bir karşılık bulabiliyorsa, biraz da Kazım Koyuncu sayesindedir. Elbette Fuat Saka’yı da bu noktada vurgulamak gerekiyor. Kamil Sönmez ve Erkan Ocaklı’yı da unutmayalım. Bu isimler, çok büyük anlamlar ifade ediyor benim için.
Albümün kartonetinde diyorsun ki; “Düne yakın, bugünün farkında, yarının başındayım.”
Bugün yapmam gerekenleri biliyorum. Geleceğin de çok uzağında değilim. Geleceğe göre asla değişmeyeceğim. Karadeniz müziğini geliştireceğim; ama asla değiştirmeyeceğim. Burada önemli olan ben değilim. O coğrafya için değiştirilmemesi gereken şeyler var. Nasıl ki doğayı değiştirmemek gerekiyorsa, o yörenin müziğini de değiştirmemek gerekiyor. İnsan ve kültür; o doğanın, dengenin bir parçası. Gelecek adına da bu müzik gelişebilir elbette, ama değişmemeli. Gelişebilir derken; enstrümanların rüzgarından savrulan farklı seslerin, temel anlayışa dahil olabileceğinden bahsediyorum. Ama altyapı, armoni ve ezgiler asla değişmemeli. Maalesef bu çok yapılıyor. Anonim eserlerin üzerinde çok fazla değişikliğe gidiliyor. Bunu ben asla yapmayacağım.
Peki bu korumacı anlayışı yalnızca müzik üzerinden ilerletmek yeterli mi? Geçtiğimiz hafta, Sinop’ta bir nükleer santral yapımı için ön hazırlık süreci başlatıldı örneğin. Sen ne düşünüyorsun Karadeniz’deki çevre tartışmalarıyla ilgili?
Bizim yapmış olduğumuz şey yalnızca bir müzik değil. Bir kültürün parçası. Ezgiler üzerinden o yöreyi anlatmaya çalışıyoruz. Bunların hepsi birbiriyle bağlantılı. Bir kültür diyorsak eğer o kültürün içinde Sinop’taki nükleer santrale ya da Artvin’deki maden ocağına yer yok. Tulum ve Kemençe… Bunlar bizim simgemiz. Bunlardan yayılan sesler ise doğa ile bütünleşen ve doğa ile hayat bulan ezgiler. Ayrı ayrı değerlendiremezsin. Hepsi bir bütün. Doğanın dengesi bozulursa müzik de bozulur, insan da bozulur ve elbette kültür de bozulur. İşte bu nedenle, en önemlisi o doğanın bozulmaması.
Röportaj: Bekir Özgür Aybar
Kaynak: Milliyet Kültür Sanat